M.E.
“…Bir hafta daha, her gece elektrik lambalarının altında süren büyük bir savaşla geçti ve cumartesi saat üçte, Joe zafer yorgunluğu içinde köye, herşeyi unutmaya yollandı.Martin’in pazarı da öncekinin aynıydı. Ağaçların gölgesinde uyudu, gazeteyi amaçsızca karıştırdı, sırtüstü yatıp hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey düşünmeden uzun saatler geçirdi. Düşünemeyecek kadar sersemlemiş haldeydi, lakin bu halinden hoşnut da değildi. Sanki değersizleşmiş ya da yapısı bozulmuş gibiydi ve kendinden iğreniyordu. Tanrısal olan ne varsa çıkıp gitmişti içinden. İçindeki tutku körelmiş, bu tutkunun varlığını hissedecek canlılığı kalmamıştı. Bir ölüydü artık. Ruhu ölmüştü. Bir hayvana dönüşmüştü; çalışan bir hayvana. Yeşil yapraklar arasından sıyrılıp gelen gün ışığı ona güzel görünmüyor, mavi gök kubbe eskisi gibi ona, evrenin genişliği ve sakladığı sırlarla ilgili ipuçlarını fısıldamıyordu. Yaşam çekilmez derecede sıkıcı ve aptalcaydı ve ağzında berbat bir tat bırakıyordu. İçsel bakışının önüne siyah bir perde çekilmiş ve hayalleri, ışık sızmayan karanlık bir hasta odasına hapsolmuştu. Köye inip barda deli gibi içerek beynini uyuşturan, neşesini bulup muhteşem bir sarhoşluk içinde, pazartesi sabahını ve onları bekleyen ölümcül yorgunluğu unutan Joe’ya imreniyordu…”
Jack London – Martin Eden